İnsanlar geçmişten günümüze hayvanlar ile iç içe yaşamışlardır. Hayvanlar insanoğlunun en büyük yardımcısı, en büyük dostu olmuşlardır.
Fakat günümüzde hayvanlara eziyet, işkence, istismar artmakta. Hayvanlar üzerinde deneyler yapılmakta, diri diri kesilmekte, vücutlarında zehirli kimyasallar denenmekte. Yaşama hakları göz ardı edilmekte. Hayvanların da bir canlı olduğunu unutur oldu insanoğlu.
Onların kimi zaman gücünden, dayanıklı oluşundan yararlandık. Kimi zaman ise besinimiz olup, sütünden, etinden faydalandık.
Allah, hayvanları, insanların emrine bir nimet olarak vermiş ve yaratmıştır. Buna eyvallah. Fakat yukarıdaki saydıklarımız, bu bilinçsiz tutum kabul edilemez.
Türk ve İslam tarihine baktığımızda hayvanlar hayatın her alanında karşımıza çıkmakta. Medeniyetimizde hayvanlar her zaman hürmet gösterilen varlıklar olmuştur. Evlerin içinde hayvan beslenmiyordu ama hayvanlara günümüzdekinden daha fazla değer veriliyordu.
Atasözlerimizde, kıssalarda, masallarda, şiirlerde, sembollerimizde, dini ritüellerde… hayatın her alanında karşımıza çıkmaktalar.
Dinimiz, İslam’a göre hayvanlara acımak, iyilik ve merhamet etmek gerekir. “Merhamet edene Allah da merhamet eder; siz yerdekine merhamet edin ki, GÖKTEKİ de size merhamet etsin.” der Efendimiz (s.a.v.).
O (s.a.v.) yanında, sedirde uyuyan kedisi Muezza’yı uyandırmamak için giysisinin ucunu keserek kalkmayı tercih etmiştir. Ne büyük bir merhamet, ne büyük bir örnek! Aslında bu konu hakkında her şeyi özetleyen bir davranış.
Ayrıca en çok hadis nakleden sahabe olarak tanıdığımız Ebu Hüreyre (r.a.); sahipsiz kedi yavrularını besleyip büyütmesinden dolayı “Kedicik babası” denmiştir kendilerine.
Rabbimizin sessiz kulları olarak ifade edilen hayvanlar, onun yarattığı her şey kadar kıymetlidir. Kutsal kitabımızda da bunu görebiliyoruz. Kuran-ı Kerim’de de birçok yerde hatta sure isimlerinde hayvan isimleri karşımıza çıkmakta: Bakara suresi (inek), Fil suresi, Nahl suresi (arı), Ankebut suresi (örümcek), Neml suresi (karınca)…
Efendimizin (s.a.v.) şu sözü bize bu konuda önemli bir rehber olacaktır:
- “Hayvana binecekseniz tatlılıkla bininiz;
- Yük vuracaksanız takatinin üstünde yüklemeyiniz;
- Kesecekseniz en az ızdırap verecek şekilde kesiniz”.
Kıssalar, sünnet ve mesajlar net. Kısacası dinimiz hayvanlar da dahil bütün canlılara karşı sevgi ve merhametle davranmayı emretmiştir.
Peki tarihimizde durum nasıldı?
Türk toplumları geçmişten günümüze hayvanlarla iç içe yaşadı. Atalarımızın Orta Asya’da eski çağlardan beri doğa ve hayvanlarla ilişkileri çok ileride olduğu görülmektedir.
Sadece atlar değil, aynı şekilde diğer hayvanlara da hürmet gösterilirdi ve değer verilirdi. Kartal ve kurt gibi hayvanlar Türk boylarının simgesi olarak kullanıldı (örnek: Selçuklu Sancağı, Göktürk Sancağı…).
Edebiyatta, türkülerde vb., hayvan sevgisi hissedilir derecede vurgulanmıştır. Hayvan sevgisi, bakımı ve beslenmesi tarihimizin ve kültürümüzün önemli bir parçasıydı.
Osmanlı İmparatorluğu topraklarına gelen ve gezen seyyahların en çok dikkatini çeken konulardan biri de, Türklerin hayvanlara olan sevgisi ve şefkatiydi. Osmanlı’da kuş sevgisinin örneklerini mimaride de görüyoruz. Köşk, cami, mescit, türbe, çeşme gibi yapıların duvarlarına inşa edilen kuş evleri…
O dönemde dedelerimiz, leyleklere kutsal mekanlardan geldiklerini hatırlatan “hacı baba”, “hacı leylek” gibi isimler vermiştir.
İstanbul Dolmabahçe’de kuş, Üsküdar’da kedi hastaneleri kuruldu. Görüyoruz ki, hayvanlar da insanlar gibi sosyal hayatın, toplumun birer parçası halindeydi.
O dönemde hayvanların hakları devlet eliyle korunur, eziyet edenlere cezalar verildi. 3. Murad döneminde yük hayvanlarına (at, eşek, katır gibi …) taşıyabileceklerinden daha fazla yük yüklenmesini bir emirle daha doğrusu bir fermanla yasaklamıştır. Hayvanlar için vakıflar ve özel yapılar kurulmuştur.
Kanuni Sultan Süleyman ile Şeyhülislam Ebu Suud Efendi arasında geçen şu hadise ne kadar da ibretliktir. Kanuni devlet işlerinden arta kalan zamanını saray bahçesinde ağaç yetiştirmekle meşgul olur. Fakat meyve ağaçlarını karıncaların istila ettiğini ve zarar verdiğini görür. Karıncaların yok edilmesi için dönemin Şeyhülislamından bu konu hakkında görüşünü ve fetvasını talep etmektedir. Şair ve ince ruhlu padişah şu şekilde sorar:
“Dırahta ger ziyan etse karınca; günahı var mıdır anı kırınca?”
Açıklaması; (daha doğrusu Türkçeden Türkçeye çeviri yapalım dostlar – bu da işin ayrı bir acı boyutu): “Eğer karınca ağaca zarar veriyor, onu kurutuyorsa, karıncayı yok etmenin bir günahı var mıdır?”
Ebu Suud Efendi, dönemin şeyhülislamıdır. Padişaha hoş görünmek adına, “karıncaların öldürülmesinden ne olur padişahım”, diyebilirdi.
Fakat o, ince ve bir o kadarda düşündürücü bir cevapla:
“Yarın Hakk’ın divanına varınca; Süleyman’dan hakkın alır karınca”, diyor Kanuni gibi bir padişaha.
Ne ibretlik; ne müthiş bir hadise…
Daha bunun gibi birçok güzel örnek mevcut dinimizde, tarihimizde ve kültürümüzde. Peki bu günlere nasıl gelindi? Neler değişti?
Çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkemizde, hayvanlar en büyük işkencelere ve eziyetlere uğramakta, zehirlenip öldürülmekte, sokaklarda aç ve susuz ölümlere mahkum edilmekte.
Hayvanlara eziyet haberlerini içimiz burkularak okuyor ve izliyoruz. Cahiliye uygulamalarını hatırlatan birçok çirkin davranış.
Kedi hastanesinden, leyleklerin kırılan ayaklarının tedavisinin yapıldığı kliniklerden günümüze…
Nereden nereye?!
Tarih, kültür ve din ile olan bağın canlı kalması önemli. Kadim bir medeniyetin mensupları ve mirasçılarıyız.
Fakat bunun bize getirdiği sorumluluğun farkında değiliz. Çevreye, doğaya ve hayvanlara karşı işlenen suçların önüne geçmek her birimizin görevi. Bu günahsız derdini anlatamayan Allah’ın bize emanet ettiği hayvanlara daha merhametli davranmalıyız.
Unutmayalım, merhamet duygusu, insanı insan yapan en önemli erdemlerden biridir.
Yazımızı noktalarken;
Yunus Emre’nin şu sözünü kendimize rehber eyleyelim dostlar:
“Yaratılanı severiz, Yaratandan ötürü!”
Aleme; aşk ve merhamet ile bakabilmek ümidiyle…
Beyazıt Cankurtaran
Ayasofya No 64