Warning: Declaration of AVH_Walker_Category_Checklist::walk($elements, $max_depth) should be compatible with Walker::walk($elements, $max_depth, ...$args) in /var/www/vhosts/umtsspeedtest.de/httpdocs/ayasofyazeitschrift/wp-content/plugins/extended-categories-widget/4.2/class/avh-ec.widgets.php on line 0
Vatan sevgisi içermeyen iman, iman mı? – Ayasofya Zeitschrift – Die Zeitschrift für Wissenschaft, Integration und Religion

Vatan sevgisi içermeyen iman, iman mı?

Vatan sevgisi içermeyen iman, iman mı?

 

İman ve onun neticesi olan kulluk, tamamen ferdi ve şahsi bir cehd ve kararlılığın ve o cehd ve kararlılığa binaen gelen ilahi bir ikram ve inamın neticesidir.

 

Aklını kullanmayan ve iradesini o yönde sevk etmeyen bir nefsin iman etmesi ve onun neticesi olan saadet ve selameti elde etmesi mümkün değil. Çünkü „Allah aklını kullanmayan topluluklar üzerine ‘rics‘ indirmiştir“ (Allâhın izni olmadıkça hiç bir nefs için iman edebilmek yoktur ve akıllarını husni isti’mal etmiyenleri o pislik içinde bırakır (Yunus,100)).

 

Ancak insan ne kadar akıllı da olsa ve aklını ne kadar iyi de kullansa önünde bir rehber yoksa, hal ve hareketlerini uyduracağı bir ölçü yoksa Rabbin rızası olan şeyi gerçekleştiremez.

 

Çünkü akıl bir netice alma aleti değildir, bir seçme aletidir. O ancak iki şeyden hangisinin kısa veya uzun, hangisinin kırmızı veya sarı olduğunu bize söyler. Kırmızıda ne yapılacağını, sarıda ne yapılacağını bilemez. Eğer önceden öğretilmemişse ve neyin doğur veya yanlış olduğu belletilmemişse o şu doğur bu yanlıştır diyemez.

 

A-ka-le esasında ‘iki şeyi birbiri ile bağladı veya ilintilendirdi‘ demektir. Nitekim akıl da şeyleri kıyaslamaya yarar. Eğer önünde bir ölçü yoksa belirlenmiş bir şablon yoksa sittin sene o kıyasları yapar ve bir türlü de bir neticeye varamaz. İnsanların en akıllıları olan filozoflar bir neticeye varabilmişler midir? Hayır! Onların en büyük hakikati yek-diğerini yalanlamaktır. Zaten felsefe de hemen hemen birinin diğerini yalanladığı ve yanlışladığı bir çalışma disiplinidir.

 

O yüzden de Allah, insana aklını kullanmasını istemeden önce onun önüne iyiyi ve yanlışı koymuştur. İlk insanı o yüzden peygamber kılmıştır. İnsanın hayrının ve şerrini netice verecek halleri, dostunu ve düşmanını ona haber vermiştir. Çünkü Akıl, önünde herhangi bir tercih önermesi olmadan neyin hayır veya şer olduğunu, neyin uzun veya kısa olduğunu bilmez. O ancak iki örnek arasından hangisinin ne olduğunu bize söyler. O yüzden de zihnimizin ve zihniyetimizin oluşturulması, aklın kullanımından daha önemlidir.

 

Zihnimiz, bilgisayardaki arayüz dile benziyor. Ona bir işletim sistemi yüklememişseniz, o asla ne yapacağını bilmez. Aklımız da, zihinsel şablonlarımız oluşmadan bir işe yaramaz.

 

Zihinsel şablonumuz, ana rahmine düştüğümüz andan itibaren annemiz, ailemiz ve çevremiz tarafından bize yüklenilir. Bunlar da bir takım inanç ve kültür kalıplarıdır. Zihnimizdekideğerler oluşmadan insan konuşamaz bile.

 

Başlangıçta neyin ne olduğunu ve hareketlerimizi hangi ölçülere göre yapacağımızı bilemeyiz. Zihnimiz oluşmadan bir dinimiz olmaz, kültürümüz olmaz, doğru ve yanlışımız da olmaz. Doğruyu, yanlışı, iyiyi, kötüyü, hayrı, şerri önce anne baba ve çevre insana yükler,yükler, yükler. Sonra insanda bir davranışlar şablonu hata sevap cetveli oluşur. O da okalıplara göre hareketlerini tanzim eder.

 

İnsan üç yaşına geldiğinde tüm davranışları için kalıplarını, şablonlarını, hata-sevap cetvellerini tamamlamış olur. Ondan sonra tüm hareketlerini onlara kıyaslayarak yapar.

 

Eğer anne baba, çocuklarına, hakikaten doğru ve kâinatın reel kanunlarıyla uyumlu bir zihinyüklemesi yapmışlarsa o insan rahat, mutlu ve uyumlu yaşar.

 

Eğer yüklenilen davranışkalıpları ve ölçüler, reel ile uyumlu değilse o insan mutsuzdur, başarısızdır ve sürekli çevresiyle çelişen bir konumdadır.

 

Bu açıdan bakıldığında „Cennet annelerin ayakları altındadır“ hadisini çok daha iyi anlarız. Biz o hadisi sadece, saygı ve hürmet‘ çerçevesinde anlıyoruz. Evet, anne ve baba gerçek bir saygı ve hürmete layıktırlar. Ama bu demek değildir ki her yaptıkları doğrudur. Aksine yanlış yapmamızın nerede gerçek nedeni yine onlardır. Bize davranış kalıplarınıyüklerken, bizi mutluluğa, doğruya ve Rabbin rızasına vardıracak ölçüleri, şablonları, davranışkalıplarını, hata sevap cetvellerini yüklememişlerse, bizim onların yanlışlığını tespit edip değiştirmemiz bir ömre mal olabilir.

 

Zaten çoğu insin, üç yaşına kadar yüklenilen kanun ve kalıpları, ondan sonra asla değiştirmedikleri için, mutsuz, bencil, huzursuz ve dışlanmış olarak yaşarlar…

 

Allah, insanın önüne çok fırsatlar çıkarır, kendini değiştirmek için ama insan, kendisini değiştirmek yerine, ‘ben böyleyim, beni böyle kabul edin‘ diyerek yanlışlarını toplumun da kabul etmesin ister. Bu, neticeleri açısından yine de masum bir şeydir.

 

Ama düşünün ki iman etme, dini algılama, ilahî metinleri, Kur’anı anlama şeklinizi, eşya karşısındaki duruşunuzu da o zihninize yüklenilen şablonlar ve kalıplar belirliyorsa… O zaman, size doğru kalıpların yüklenmiş olması ne kadar önem arz ediyor. Şu mesele o kadar önemlidir ki… İnsan bilse, kendi içindeki zihnini Kuranî ölçüler ile yeniden tashih etmek için hayatını verir…

 

Cenab-ı Hak, insanın önüne sürekli seçenekler koyar, neticelerini de göstererek… Böylece Aklın, gerçekten düzgün olanı seçmesini sağlamaya çalışır. Ama akıl, daha önceden annesi ve babası tarafından kendisine yüklenen davranış kalıplarından kendisini kurtaramaz; kendindeki hazır şablonları kullanarak, Kuranı bile o halini tasdike zorlar. İşte bu asıl beladır.

 

O yüzden Peygamberimiz, „Cennet annelerin ayakları altındadır“ buyurmuş. Eğer onlar size gerçek ve evrensel doğrulara mutabık kalıplar yüklememişlerse, dünyada bile çelişkilerle dolu cehennem gibi bir hayat yaşarsınız… Eğer size helal lokmadan inşa edilmiş bir yapı, hak dinin esaslarına uygun bir davranışlar şablonu ve sizi Rabbin rızasına kavuşturacak prensipler ile donatmışlarsa, evet cenneti burada da yaşarsınız. Ve sizin cennetiniz annenizin ayakları altında olmuş olur. Aksi takdirde hayatınız, -eğer kendinizdekikalıpları doğru kalıplarla upload etmezseniz- annenizin yanlışlarından hayat bulmuş bir cehenneme dönüşür…

 

Tabi burada ‘anne‘ semboldür. Kusuru bütün bütün ona yüklemek haksızlıktır. Çünkü bugün çocuğu -yani zihnini ve zihniyetini- inşa eden, oluşturan sadece anne değildir. Çevredir, televizyondur vs. vs… Mensup olduğumuz kulüpler, bağlı olduğumuz mübarek zatın davranış biçimleri, tarikatımız, içinde bulunduğumuz cemaatimizin dünya görüşü…

 

Bunların hepsi davranışlarımızın ve yaklaşımlarımızın oluşmasında ciddi pay sahibidir. Ve yazık ki bunların hepsi, hazır davranış kalıpları koyarlar insanın önüne. İnsana aklını kullanma, kendi bireysel varlığını özgün bir şekilde inkişaf ettirme hakkı tanımazlar. Esasında bu, nefse kolay da gelendir. Cehdetmek, bireysel manada kendini geliştirmek ve kendi istidatlarını inkişaf ettirip ‘kendine has bir meâb‘ oluşturmak nefse zor geliyor.

 

Herkes bir siyasi ekolün, bir tarikatın, bir cemaatin, onun lideri tarafından oluşturulmuş davranışlarını hem de yanlış yunluş taklit ederek kendisini tamamladığını sanıyor.  Aklını kullanmak, vicdanına müracaat etmek, yaptıklarının Kuran ile bağdaşıp bağdaşmadığını düşünmek akla gelmiyor.

 

Şu onda üzüntü ile izliyorum ki, düne kadar kardeş olanlar, şimdi birbiri hakkında su-i zan besliyorlar. İnsanın, „bunların hiç mi muhasebe yapma kabiliyeti, izanı ve vicdanı yok?“ diyesi geliyor. Düne kadar aynı safta yer alanlar, şimdi nerede ise namazlarını dahi sahih saymıyorlar.  Birisinin edindiği bir siyasi tavrı, diğeri benimsemiyorsa, birinin söylediği, diğeri tarafından kabul görmüyorsa, bu onun imanını da kaybettiği şeklinde algılanıyor.

 

Ben ise ısrarla, hatırlatmak istiyorum ki, Cemel Vakaası gibi azim bir hadisede, taraflar birbirine kılıç çekerlerken bile her iki tarafta da cennetle müjdelenmiş insanlar vardı… Allah, onlara ‘cennetliksin‘ dediğinde onların Cemel Vakaasında karşı karşıya geleceklerini bilmiyor muydu?

 

Eğer biliyor idiyse -ki biliyordu- o zaman bir siyasi meselede, insanların birbirinden farklı düşünmeleri, neden birinin diğerini küfür ile itham etmesine sebep olur?  Beni takip edenler, sık sık „Siyaset imanın meseleleri içine girmez“ dediğimi bilirler. Evet, siyaset imanın meseleleri içine girmez. Siyaset, dünya rantının paylaşılmasıdır. Bu paylaşım şekli, insanlar arasında ayrışmaya neden olabilir. Nitekim Hz. Ömer‘in siyaset edişi ile Hz. Ebubekir‚in siyaset edişi bile farklı idi. Hz. Ebubekirridde olayına (Peygamberimizin (asv) vefatından sonra Müseyleme adında bir yemenli peygamberimizin peygamberliğini red edip kendini peygamber ilan etmişti. Bu olaya ridde olayı denir… Hz. Ebubekir onlara karşı şidditli davrandı ve bastırdı.) katılanlara karşı son derece sert davranmış ve asla onlara yüz verememiştir. Hz. Ömer ise, onların zaman içinde Mekke üzerinde baskı kuracaklarını görerek, onlarla iyi geçinmiş ve büyük bir kısmını İslam coğrafyasının orasına burasına dağıtmıştır. Hem de imkân vererek!

 

Keza Hz. Osman‚ın siyaset edişi ile Hz. Ali‘nin siyaset edişi aynı olmamıştır. Hatta ikisinin siyaset edişi arasındaki fark, bugün hala içimizden atamadığımız siyasi ayrışmalara neden olmuştur. Kim diyebilir ki Muaviye’nin tarafında yer alanların hepsi cehennemliktir veya Hz. Ali taraftarlarının tamamı cennetliktir.

 

Şimdi biz onları, şu veya bu tarafta yer almalarıyla mı değerlendireceğiz, yoksa yüreklerindeki iman ile mi değerlendireceğiz? Ben şahsen, iman ediyor olmayı Uhut Dağıdeğerinde görüyorum, siyasi ayrılıkları de çakıl taşı mesabesinde.

 

Elbette bazen insanın hassasiyeti o kadar artar ki, gözünün merceğine yerleşen küçücük bir çöp, onun dünyayı görmesine mani olabilir. Şimdi de o tür hadiseler yaşanıyor. İktidar haklı olarak, dost bildiği insanlardan kendilerine kasıtlı ihanet gelmesini hazmedemiyor ve hadiseyi, gözbebeğine düşmüş bir çöp gibi devasa bir mesele yapıyor. O iktidardır ve haklıdır. Cemaatte de kendisi açısından benzer tür gerekçeler buluyor.  Ve iktidara zarar vermeyi adeta millete hizmet sanıyorlar…

 

Oysa dikkatle baksanız her iki tarafta da ‘bu zulümdür‘ denilecek haller sergileniyor. Çünkü zihinlerini aidiyet şablonları şekillendirmiş.

 

Bir zamanlar, bazı cemaat mensuplarında  gördüğüm beynelmileci bir yaklaşımdan dolayı, „bu zamanda vatan sevgisi içermeyen iman eksiktir“ demiştim. Çünkü‘yeryüzü vatandır‘ diyorlardı. Evet, yeryüzü vatandır ama sizin zaten bir vatanınız da varsa onu korumak ve sahip çıkmak da imanınızın bir gereği olmalı… Biliyorum buna itiraz edecekler çoktur. O zaman bir takım Kürt kardeşlerimiz de „biz TC’yi mi seveceğiz?“demişlerdi hata ederek. Oysa ben vatandan söz ediyorum, yönetim şeklinden değil!

 

Şimdi de diyorum ki eğer bu topraklarda yaşayanların imanı, aynı zamanda vatan sevgisini de içermiyorsa, bu toprakların ‘arâdi el muhtalle‘ olması kaçınılmazdır. Siyasi ve sosyal ihtiraslarınızı, ona zarar getirecek şekilde kullanırsanız bu, milletin başına bela açar! Hiçbir ümin böyle bir tehlikeyi göze alamaz, almamalı. Bediuzzaman Hazretleri „Bu zamanda İla-yı kelimetullah (Allahın adını yüceltmek) için Anadolu’ya gelinmek icab eder“demişse bunun namusuna riayet etmek gerekir! Benim cemaat mensuplarında gördüğün ciddi bir sıkıntıdır bu hubbul vatan meselesi. İmanları hubbul vatanı içeriyor mu tam emin değildim. Siz bu toprakları anneniz kadar -türkçe olimpiyatlarında en çok anne sevgisi işleniyor çünkü- sevmedikçe, ona gelecek zararlar da sizi entrese etmez!

 

Anadolu, tüm Müslümanların ‘Ana Yurdudur‘. Bir buçuk asıdır başına iş gelmiş her Müslüman Anadolu’ya sığınmıştır. Rus’un zulmünden kaçan Kafkaslılar, Anadolu’ya sığınmışlardı. Bulgar’ın zulmünden kaçan mazlumlar, Anadolu’ya sığınmışlardı. Saddam’ın zulmünden kaçanlar, Yunanın zulmünden kaçanlar, Esad’ın zulmünden kaçanlar hep bu topraklara sığındılar. Onlar için hep bir Anadolu vardı onları bağırana basacak. Ama Anadolu’nun maalesef sığınabileceği bir Anadolu’su yoktur. Bu çok kritik bir durumdur. Bu ülkede siyasi hırslarını sergilemek isteyenlerin asla unutmamaları gereken bir hassasiyettir bu!

Sakın sakın siyasi ihtiraslarınız veya muhalefet aşkınız, siyasi ve sosyal taahhütleriniz bu toprakları yaşanmaz hale getirmesin. Çünkü sığınabileceğiniz, başınızı sokabileceğiniz bir Anadolu’nuz da yoktur. Ne Amerika sizi kabul eder, ne Avrupa. Oralarda bugün itibar görülüyorsa yine şu Anadolu’ya mensubiyetiniz sayesindedir. Çünük onların gözü burada. Burası düştüğünde önlerindeki tüm maniler kalkmış olacak. Allah korusun Müslümanlar bu topratkları kaybettiğinde sizi Kudusu ve Mekkeyi de elinizde tutamazsınız… Perişan olmakla kalmaz, tamamı mazlum olan Müslümanların gelecek umudunu da yok etmiş olursunuz.

Rabbim ferasetimizi ve basiretimizi açık etsin!

 

 

Mehmet Ali Bulut

mabulut@gmail.com

Publiziert in der Ayasofya 47, 2014

Dies könnte Sie interessieren

Said Nursi’nin gençlik a?k?

Said Nursi’nin gençlik a?k?   Bir zamanlar aziz dostum Mehmet Tanr?sever’in telkini ve te?viki ile …